PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Türkiye'nin Ekonomik Krizden Çıkmasında Ziraatin Önemi


Zooteknist
15.10.2010, 21:07
Canlıların hayatta kalabilmesi, yaşamını sürdürebilmelerinin yegane önceliği beslenmedir. Bu bir canlı için ihtiyaçlar sıralamasında birinci yeri alır. İnsanoğlu diğer canlılara nazaran en çeşitli beslenme kültürüne sahip varlıktır.

Dünya üzerinde bugüne kadar varlık göstermiş her medeniyet beslenmeye öncelik vermiş, varlıklarını devam ettirmenin vazgeçilmezi olarak gördükleri gıdanın üretimini arttırma, geliştirme hususunda çeşitli çalışmalar ve kanunlar yapmıştır. Tarih boyunca bir ülkenin gıda yönünden kendine yetebilirliği, güçlü bir devlet olmanın kıstası olarak görülmüştür. Tarih incelendiğinde yaşanmış bir çok savaşın nedeninin münbit, ziraata uygun arazileri, toprakları ele geçirmek için verildiği tespit edilecektir. Yani bir ülkenin bahse konu bir coğrafyaya sahip olması komşu ülkelerin bu toprakları ele geçirmeyi istemesi için yeterli bir sebep ilkesidir. Dolayısı ile bu ülkeler potansiyel tehdit altındadırlar. Günümüz tehdit algılarının değiştiği göz önüne alındığında bu tür ülkelere yönelik askeri bir saldırı yerine ekonomik olarak çökertme ve fakirleştirme yöntemlerini kullanarak saldırıda bulunmanın, akabinde ise o ülkeyi kendi isteklerini yapar bir hale dönüştürmenin en ideal yöntem olarak tercih edildiği malumdur. Bunu ifade eden en güzel ifade eden vecizlerden biri N. BONAPART’ınkidir. Fransız imparatoru – Ordular mideleri üstünde yürür. – demiştir. Bu gerçeklik karşısında yukarıda da değindiğim gibi her ülke geleceğini garanti altına alma hususunda gerekli tedbirleri alma zorunluluğunu hisseder.



Ekime müsait ve gıda, mahsul deposu olarak adlandırılan Hindistan, Mısır, Mezopotamya ve Anadolu tarih içinde en çok saldırılara uğrayan, üzerinde onlarca, yüzlerce medeniyetin kurulup yıkıldığı coğrafyalara güzel örneklerdir. Yani bir coğrafyanın sahip olduğu değer, zenginlik o coğrafyanın kaderini belirler diyebiliriz.



Günümüz dünyasının nano teknoloji çağı olması beslenme sorunumuzu azaltmamış aksine krize dönüşmesine sebep olmuştur. Bunun başlıca sebepleri insanlık tarihinin özellikle son 200 yıllık sanayileşme sürecinde dünyayı hor kullanmasının sonucunda ekolojik dengenin bozulması, ekilebilir alanların azalması ve dünya nüfusunun hızla artmasıdır.



Dünyanın içinde bulunduğu ve gittikçe derinleşmekte olan bu kriz sürecinde özellikle gelişmiş ülkeler ileriki dönemde beslenme ihtiyacını nereden ve nasıl karşılayacağı hususunda çalışmalar yapmaya başlamış, üreticilerine cazip teşvikler vererek ve bunlarıda kanunlar ile destekleyerek tedbirler almaya başlamışlardır. Bunun dışında yine bu ülkeler ziraat ve gıda ürünleri üretim aşamalarını geliştirmek – arttırmak için bilimsel çalışmalara hız vermiş bu amaçla çalışma yapacak pek çok enstitü ve fakülte kurulmuştur.



Günümüzde daha çok geri kalmış ülkelerin yoğun olarak bulunduğu Afrika kıtası genelindeki ülkelerde görülen bu kriz önümüzdeki yıllarda dünya geneline yayılacak ve bu kriz daha hırçın, çetin bir mücadeleye dönüşecektir. Yukarıda da belirttiğim gibi ileriyi gören bir çok ülke şimdiden bunu ülkelerinin devamı için gereklilikler sıralamasının başına koymuşlar ve bu problemin kendileri açısından sorun teşkil etmemesi için uzun vadeli stratejiler geliştirmişlerdir.



Önümüzdeki çok kısa bir zaman döneminde üzerinde ziraat yapılan, gıda ürünü üretilen topraklar, altlarında altın, elmas ve petrol gibi değerler çıkan topraklardan daha kıymetli hale gelecektir. O zaman bu topraklara sahip olmak gücün, kuvvetin endeksi görülecektir.



Bizim gelişmiş ülkeler olarak kabul ettiğimiz ekonomik, teknolojik ve askeri anlamda ileri olan güçlü ülkeler bu tür bir krize karşı en azından 100 - 150 yıl önceden tedbirlerini almaya başlamış bu amaçla ziraat ve gıda politikalar geliştirmiş en kaliteli, en sıhhatli, en besleyici ve en fazla veren ürünlerin tespiti için çalışmalar yapılmıştır. Özellikle Avrupa’da bu çalışmaların kökeni eskiye yani Rönesans dönemi,ne kadar gitmektedir.



O döneme ait bilinen en eski tarımsal metin, 1304´de Pietro de Crescenzi tarafından Latince yazılmış ve daha sonra İtalyanca ve Fransızca´ya çevrisi yapılmıştır. bu metin, onbeşinci yüzyıl ortalarında tarım üzerine basılmış ilk kitaptır. hemen ardından, daha çok eski Latince metinler ya da çiftçilerin tecrübeleri ile öğrendiklerine dayalı olarak basılan kitaplar gelmektedir.



On sekizinci yüzyılın ortalarına kadar, Avrupa´nın birçok yerinde büyük toprak sahipleri (Çoğunlukla aristokratlar), onların temsilcileri ve aynı görüşteki çiftçiler, bazı bilim adamları ile birlikte tarım kulüpleri veya derneklerinde bir araya gelirlerdi. Bölgesel olan bu toplantılarda arazi sahipleri ve önder çiftçiler deneyim ve neformasyon değiş-tokuşu yaparlar ve tarımdaki yenilikleri tartışırlardı. Bu derneklerin seçkin üyeleri, raporlar yayınlanarak ve çalışmalarını gazetelerde bastırarak, çalışmalarından çiftçileri haberdar ederlerdi. bu tip tarım teknikleri, başlangıçta yavaş olarak çoğalsa da ( İlki 1548´de Milan´da kurulmuştur). 1800´lere kadar hemen hemen tüm Avrupa´da yaygın hale gelmiştir. Yine o yıllarda az sayıda da olsa, yeni kurulan ABD ve Kanada´da bu tip dernekler bulunmaktaydı.



Modern anlamda tarımsal yayımın gelişmesi gerekli koşullar çok önceden mevcut olsada bu çalışmalar ancak 19. yüzyılda geliştirilebildi. Bu yüzyılda Avrupa’da tarım bilimi hızlı bir şekilde gelişiyordu.Almanya ve İngiltere’de kişisel girişimler sonucu tarımsal denemeler kurulmaya başlanmış tarım dernekleri çeşitli sergiler organize etmiş basılan yayınlar hedef kitle olarak çiftçileri dikkate almış ve genel olmasada Avrupa’nın bir çok ülkesinde ziraat okulları açılmıştır.



Modern tarımsal yayım hizmetlerini ortaya çıkarmak için gerekli ana unsur yasal yetkilere haiz örgütlerin kurulmasıydı.Bunun alt yapısı Fransa, ABD ve Almanya da zaten mevcuttu.



Tarım üzerine yapılan çalışmalar zamanla botanik denilen bir bilim dalının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Günümüzde Avrupa kütüphanelerinde bu dalda yazılmış milyonlarca eser bulunmaktadır. Bu tür çalışmaların en çok yapıldığı ülkelerden olan Batı Avrupa ülkeleri ile ABD ve İsrail gibi ülkeler günümüzde bunun karşılığını görmekte olup bütün dünyaya satışlarını yaptıkları her tür tohum, fide – fidan, tarım ilaçları satarak ülke ekonomilerine çok büyük girdiler sağlamaktadırlar.



Bunun yanında günümüz dünyasında bir tür kansız savaş yöntemi olan ekonomik savaşın başka bir versiyonu olan ve amacı hedef ülkenin zirai açıdan kendine yetebilir olmasının engellenmesi, tarım – hayvancılık sahalarının çökertilmesi yaygın olarak kullanılan bir yöntemdir. Bu amaçla güçlü ülkelerin bir araya gelerek kurmuş oldukları ve onların menfaatini korumayı esas almış örgütler - finans kuruluşları yaygın bir şekilde faaliyet göstermektedir. Bu yolla o tür ülkeleri kendilerine bağımlı hale getirmekte, kendi üreticileri – çiftçileri için rakip gördükleri ürünlerin üretilmesini engelletmekte, o ülkeye mahsus bir ürünün kendileri ve dünya pazarında tekel olmasına karşı tedbirler almaktadırlar. Bu tür ülkelere uygulanan iktisadi yaklaşımlar yüzünden tarım sektörü felce uğramakta, bu sahada çalışan insanlar mağdur edilerek yaşadıkları yerleri terk edip büyük şehirlere göç etmesine sebep olunmaktadır.



Büyük ülkelerin uyguladığı diğer bir yöntem ise yukarıda bahsettiğim gibi sahip oldukları botanik – zirai bilgilerinin sonucu olarak ortaya çıkardıkları ürünleri ihraç aşamasında görülmektedir. Başka ülkelere sattıkları tohumun genleri ile oynamakta, ikinci ürün vermesini veya tohumlarından çoğaltılmasını engellemek için kısır tohumlar ihraç etmektedirler. Bunun yanı sıra yine ihraç ettikleri suni gübreler toprak verimliliği koşullanmakta, adeta toprakta bağımlılık yapmaktadır. Bir başka şey ise ihraç edilen tarım ilacı mahsulde görülen o rahatsızlığa iyi gelmesine rağmen başka bir rahatsızlığın ortaya çıkmasına sebep olmakta, böylelikle bir muhtaçlık kısır döngüsü devam etmektedir.



Ekonomik maksatlı kullanmaya açık diğer bir yöntem ise kendi sağlık ve kalite standartlarının yüksek olmasıdır. Bir üreticimizin ürününü daha önce belirttiğimiz bu tür ülkelerden birine ihraç edebilmesi için yapması gereken uzun bir süreç ve şartlar dizisi vardır. Yine malumdur ki standartilizasyon ve kalitefikasyon kuruluşları yine bu ülke ve birliklerin bünyesinde bulunmakta, arzularına göre ürünün değerleri üzerinde yenileme veya kısıtlama yapabilmektedirler. Bu koşullar üreticileri çok bunaltmakta olup, sınırlamalar bu sektörde arzu edilen ihracat rakamlarımızı yakalamamıza engel olmaktadır. En ilginç olanı bu ülkelerin kendilerinin Türkiye’ye ihraç ettiği tohumluklardan üretilmiş ürünler yerine organik tabir edilen ve üretim aşamasında suni bir katkı ve suni ilaç kullanılmamış ürünlerin ülkelerine girişine izin vermeleridir. Biz ve bizim ki ile aynı konumda olan ülkelerin vatandaşları ise genleri ile oynanmış, insan biyolojisine zararı ancak 20 – 30 yıl sonra tespiti yapılabilecek bu tür ürünleri kendi iç pazarında tüketmektedir. Ne yazıkki günümüzde pek çok ülke bu tür ülke ve uluslar arası birliklerin ağına düşmüş bulunmaktadır.



Ülkemizin durumuna gelince; Türkiye’nin üzerinde bulunduğu Anadolu ve Trakya olarak adlandırılan coğrafya dünyanın tarım açısından en zengin topraklarının bulunduğu yerlerdir. Bu topraklar üzerinde dünya genelinde yetişen ürün çeşitlerinden neredeyse %70 yetişmektedir. Özellikle Anadolu’nun gerek iklim özelliğinin çeşitliliği - uygunluğu gerek toprak yapısının ziraat her türlü hububat ve meyve yetişmeye müsait olması gerek ise de çevremizdeki ülkelere nazaran su kaynaklarının nispeten fazla olması ülkemizin dünya üzerindeki başka ülkelere göre daha avantajlı olmasını sağlamıştır. Bu özellikleri bünyesinde toplaması Anadolu’nun tarıma tarihin binlerce yıl önce bu topraklarda yapılmaya başlandığını gösteren tarım aletlerinin çeşitli müzelerde yer almasından da anlaşılmaktadır.



Peki tarıma öncülük etmiş ve bir çok medeniyetin kurulmasına – yaşamasına vesile olmuş bu topraklarda tarımın – meyveciliğin bugünkü durumu nedir?



Yazımın yukarıdaki kısımlarında da belirttiğim gibi günümüzde ülkemiz tohum, gübre, ilaç ve diğer zirai ürünler hususunda dışarı bağımlı ülkeler arasında yer almaktadır. Tabiki ülkemiz bu durumu birden bire gelmemiştir. Özellikle cumhuriyetin ilk yıllarında – Köylü memleketin efendisidir. – sloganıyla harekete geçen hükümetler, kırsalda büyük değişiklik ve gelişmelere yol açmışlardır. Teşvikler artmış, üniversitelerde ziraat mühendisi ve bu alanda gerekli diğer teknik elemanların yetiştirileceği fakülteler, bölümler açılmış, modern tarım alet ve teknikleri ülkeye getirtilerek, yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Bu maksatla yapılan en büyük çalışmalardan biri bilinçli üretici, çiftçi yetiştirmeyi amaç edinmiş ve bunun içinde bizzat kırsalda yaşayan, köylü kökenli insanlarımızın çocuklarının eğitiminin planlandığı köy enstitüsü çalışmasıdır. Bu enstitüler okul formatında olup okuma yazmanın dışında çağdaş tarım ve hayvancılık bilgilerinin kendilerine öğretildiği okullardı. Esas maksat tahsili bitince köylerine dönecek bu insanların sadece kendilerine değil çevrelerine örnek olmaları ve onları çağdaş teknikler hususunda bilgilendirmeleridir. Bu yolla hem köylü bilinçleşmiş ve çağdaşlaşma yolunda dahada gelişirken, tarım – hayvancılıkta ise üretim artışı umulmaktaydı. Bunun dışında toprak reformu ile ilgili çalışmalar yapılmaya başlanmış, özellikle feodal yapının çok görüldüğü ve toprak adaletsizliğinin yoğun bulunduğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da ki bu yapının kaldırılarak çağdaş bir toprak sistemine gidilmesi hususunda projeler geliştirilmeye başlanmıştı.



Bundan başka üreticilerin en büyük sıkıntı çektiği en önemli husus Anadolu içlerine ulaşan yolların olmamasıydı. Bu yüzden elde edilen ürün arzu edilen yerlere nakledilemiyor, üreticilerin ürettikleri ürünler bulundukları bölgenin dışına çıkamadığından ürettiklerinden arzu edilen kazancı alamıyorlardı. Bu üreticilerin hırslarını törpülüyor, tarlaları ve bahçelerini yüksek performanslı işlemelerine engel teşkil ediyordu. Devlet bunu görmüş ve bunu gidermek için ulaşım ağlarına önem vermişti. En çok bütçeli yatırımlar karayoluyla ondan daha avantajlı olup en az maliyetle en çok yükü çeken – taşıyan demiryolları ile ülkenin donatılmasına başlanmıştı. Öyleki M. Kemal ATATÜRK hayatta iken 1400 km demiryolu yapılmıştır. Oysa onun vefatından günümüze kadar yapılan demiryolu hatlarının toplam uzunluğu onun zamanında yapılan kilometreyi ancak geçmiştir. Bunun yanı sıra devlet özellikle demiryolunun ulaştığı yerlere tarladan kalkan mahsulün yerinde işlenmesi için tesisler ve fabrikalar kurmuştur. O dönem itibari ile Adana, Sivas, Kayseri, Eskişehir, Konya, Adapazarı bu tür illerimizdendir. Burada güdülen başka bir amaç tarım dışındada istihdam sağlayacak alanların Anadolu’da bulunması ve yaygınlaştırılmasıdır.



Ülkemizin II. Dünya savaşı sonrası ABD ile kurmaya başladığı diyalog ve akabindeki Marshall yardımı ile Türkiye’nin tarım ve onun eş kardeşi hayvancılık sektörü için oluşturmuş olduğu gelişme politikasında kırılma görüldü. Tarım ve hayvancılık sektörüne ilk sekte bu yardım kampanyası ile vuruldu. ABD’nin II. Dünya savaşı süresince depoladığı donmuş bizon etlerini ülkemize bu kampanya adı altında sokuldu. Bunun dışında süt tozu, kaşar peyniri gibi hammaddesinin ve yapımının ülkemizde gerçekleştirilen bir çok hayvani türevli gıda maddesini yine bu süreçte ülkemize girdi. Özellikle A.MENDERES’in başında bulunduğu Demokrat Parti döneminde ABD ile kurulan yakın ilişkiler ve ilerleme hususunda onun örnek alınması düşüncesi, hükümetin ABD’nin göndereceği danışmanların önereceği tavsiyelere uyulmasının gerekliliği kanısının oturmasına sebep oldu.



ABD’li danışmanların tavsiyeleri ile ülkelerindeki uygulamalar örtüşmüyordu ama iktidardaki hükümet onların önerilerini istisnasız uygulamaya başlamıştı. Yapımı karayoluna göre daha ucuz ve kolay olan, nakliye açısından da daha işlevsel olan demiryollarının yapımı Komünizm sistemini çağrıştırdığı iddiasıyla vazgeçilmiş yerine bizi yakıt ve yedek parça bağımlılığına sokacak olan karayollarının yapımına önem verilmiştir. Bu dönemde özellikle tarım esaslı üretim yapan fabrikalar kurulurken mahsulün bulunduğu yerlere yakın olmasına dikkat edilirken, özellikle yabancı yatırımcılar ile onların adına Türkiye’de faaliyet gösteren kompradorlarına yatırım serbestiyeti sağlanması , kar amacını azamide tutmayı hedef almış olan yatırımcının bütün yatırımlarının alım kapasitesi yüksek kitlenin yoğun bulunduğu şehirlerde kurulmasının yolunu açtı.



DP iktidarı bir devrim havası yaşatmış daha önce yapılması planlanan ve ulaşılması arzulanan bir çok hedeften sapılmasına, vazgeçilmesine sebep olmuştur. Bu dönem itibarıyla kırsal kesimdeki insanlarımıza çok faydası olacak ve yaşam alışkanlıklarını yükseltecek olan köy enstitüleri kapatıldı. Anadolu’da yatırımlar azaldı.



Bunun dışında M. KEMAL ATATÜRK’ün yapılmasını arzu ettiği ama daha o hayattayken toprak reformunun yapılmasına direnen, gönülsüz davranan CHP içindeki kadroların yerini bu sefer DP kadroları almış mevcut feodal sistemle danışıklı bir halde iktidarlarını devam ettirmeyi siyasi bir gelenek haline dönüştürmüşlerdir. İçinde bulunduğumuz ve nano teknoloji çağı denilen 21. yüzyılda bile hala o bölgelerimizdeki bu yapı çökertilememiştir. Bunun başlıca sebebi ise yukarıda belirttiğim gibi feodal sistemle siyasetin içli dışlı bir hal almasıdır. Bu durum o bölgemizde on yıllarca süren terör olaylarının ana kaynağı olmuş bunu fırsat bile düşmanlarımızın bu olayları desteklemesi yüzünden onbinlerce güvenlik kuvvetimiz ve vatandaşımız hayatını kaybetmiş, ülkemiz yüzmilyonlarca dolar ekonomik zarara girmiştir. Bölge halkının ve genelde bütün ülke refahına harcanacak bu paralar terör gibi bir kısır döngüye harcanmıştır.



Sanayileşme dönemi Türkiye için kapatılamaz kayıplara da yol açmıştır. Devletin sanayicilere tesis yeri belirleme hususunda bir koşul getirmemesi yüzünden İstanbul başta olmak üzere bütün Batı Anadolu ( Doğu Marmara ve Ege bölgesi) ve Trakya’nın ziraat ve meyvecilik açısından en değerli, en verimli ovaları üzerine sanayi tesisleri, kuruluşları inşa edilmiştir. Sözgelimi verimliliği ve yetişen ürünlerin çeşitliliği ile göz dolduran Bursa ovası fabrikalar diyarı haline getirilerek o zenginliğinin kaybolmasına sebep olunmuştur. Bu süreçte iktidarda bulunan zihniyetler ile onlarla aynı zihniyetten gelen belediye başkanlarınında kısa görüşlülüğü ve tekrar seçilme kaygısı yüzünden bahsi geçen bölgelerin tarım arazileri ziyan edilmiştir.



Bu kısa görüşlü siyasetçi kaygısı ile onun sonucundaki mantık yüzünden ekilebilir tarım arazi oranı 1950’lerden sonra hızlı bir düşüş göstermiştir. Bu mantığa gösterilebilecek en iyi örneklerden biri 1990’larda en güzel ziraat arazilerine sahip olan Sakarya ilimizde motoru yurt dışından getirilerek ülkemizde montajı yapılacak olan bir Japon araba firmasının üretim tesislerinin açılış töreninde davetli olan eski cumhurbaşkanlarımızdan S. DEMİREL tören konuşmasında kurulmuş olan fabrika için – Bir zamanlar patates yetiştirilen bu yerlerde artık araba üretilecektir. – ifadesini kullanarak gerçekleşen faciayı görmemezlikten gelmiştir. Oysa yaşanılan ve gittikçe derinleşmesi beklenen ekonomik kriz ortamında orada üretilen arabaların hiç birinin satılamaması ve hatta yatırımcı ülkenin Türkiye’yi terk etmesi bile gündeme gelebilecekken bu fabrikanın tarım açısından çok değerli bir arazide kurulmaması halinde orada yetişecek onbinlerce ton patates veya başka ürünün kaç yüzbin insanımızı doyuracağı göz önüne alınmak istenmemiştir.



Bugün eskiden tarıma çok elverişli bir yapısı olmaktayken yapılan hatalar yüzünden içinde İstanbul, Kocaeli, Sakarya, Bursa, İzmir,Aydın, Balıkesir, Manisa, Tekirdağ, Eskişehir gibi toprağı ekime çok müsait ve münbit araziler bugün o vasıflarını yitirmiş durumdadırlar. Oysa daha 1858 Tanzimat fermanının 1860 ve 61 yıllarında yapılan düzenlemelerinde bile, incelendiğinde tarıma elverişli / ekilen araziler üzerinde kireç ocağı veya tuğla fabrikası gibi tesislerin kurulmasının sıkı izne tabi tutularak ruhsat alınması şartı koşulmuş olduğu görülecektir. Oysa sanayileşmenin 1790’lar itibari ile ilk görüldüğü Avrupa’da sanayileşmenin olumsuz sonuçları daha 1830 – 40’larda görülmüş ve bu yüzden sanayi kuruluşlarının bulunacağı yerlerin tespitinde tarım ile tarıma elverişli arazilerden uzak durularak onun yerine ekime – ziraate elverişsiz alanlarda faaliyet göstermeleri hususuna planlama aşamasında dikkat edilmiş olup bunlar için özel sanayi bölgelerinin tespiti yapılmıştır.



Özellikle 1950’li yıllardan sonra iktidara gelen hükümetler kalkınma adına sınırsız ve sorumsuz davranmışlar, ülke menfaatlerini gözetmeyerek tarım alanlarının sanayi ile yerleşime açılmaması hususunda duyarlı davranmamış veya dirayet gösterememişlerdir. Arzu ederdi ki yukarda örneğini vermiş olduğum Tanzimat fermanı dönemi veya cumhuriyetin ilk yıllarındaki gibi yatırım yaparken veya yaptırırken duyarlı olsunlar ve bu tesisleri tarım arazileri üzerinde değil de ziraat yapmaya veya meyve yetiştirmeye müsait olmayan arazilere kurdurmuş olsalardı.



Batı bölgelerinin devletin koşulsuz bir şekilde fabrika kurulacak yerlerin seçimi hususunu yatırımcının tasarrufuna bırakması sonucunda hızla sanayileşmesi buna nazaran cumhuriyetin ilk yıllarındakine göre Anadolu’ya yatırımların azalması ve kırsalda yetiştirilmesi için çabalanan mahsul ederinin onu üretmek için katlanılan çabaya denk gelmemesi yüzünden sanayinin yoğunlaştığı illere doğru bir iç göç hareketi başladı. Gittikçe artan bu göç hareketi, göç edilen illerin belediyelerinin de duyarsızlığı yüzünden plansız ve düzensiz yerleşim alanlarına dönüştü. Bu yerleşimler daha çok sanayi kuruluşlarının çevrelerinde odaklanmaktaydı. Alt yapı sorunları halledilmemiş, eğitim seviyesi düşük, bir insanın veya ailenin barınmasının imkanı olmadığı konutlarda yaşamaya çalışan bu insanlarımız zamanla adi suç ve terör olaylarının malzemesi haline gelerek büyük şehirlerinde asayişini tehdit eder hale gelmişlerdir.



Geleneksel tarım kültürü ve geleneklerine sahip olan bu insanlarımız, ani mekan – ortam değişikliği yüzünden kültürel değerlerine yeni bir şekil verme ihtiyacını hissederek hem geldikleri yerin kültürüne hem de içinde yaşadıkları şehir kültürünün arasında kalmışlar buna karşın yeni bir sosyo – kültürel olgu ortaya çıkarmışlardır. Buna kısaca Türk post modernizm algısı olarak adlandırabiliriz.



Günümüzde Türkiye her ne kadar tarıma elverişli bir çok tarım arazisini kaybetti ise de hale sahip olduğu tarım arazilerinin oranı bakımından bir çok ülkeyi kıskandıracak durumdadır. Ama 1970 – 80 lere kadar dünyada kendi kendine yeten 7 ülkeden biri iken alınan yanlış kararlar ve gerçekleştirilen bilinçli – bilinçsiz uygulamalar yüzünden ülkemiz bu kategoriden düşmüş bulunmaktadır. Ülkemiz bugün ithal edilen ürünlere ve genetiği ile oynanmış tohumlara muhtaç kalmış, bunun yanı sıra yine ithal edilen tarım ilaçlarının himmeti ile kendi üretimini devam ettirmeye çalışır hale gelmiştir. Bu yetmiyormuş bir zamanlar hububat üreticisi ve ihracatçısı olan ülkemiz artık bir ithalatçı olmuştur.



Yazımda daha öncede belirttiğim gibi dünyayı yönetmede iddialı olan güçlü ülke ve birliklerinin kendileri dışındaki ülkelere yönelik her alanda asimetrik savaş yöntemlerini kullandığı bir gerçektir. Buna tarım – ziraat da dahildir. Sözgelimi tarım ilaçları, gübreleri ve tohumları ithal ettiğimiz göz önüne alındığında neden bu coğrafyada daha önce görülmeyen tarım zararlıları ile bitki hastalıklarının nereden ortaya çıktığı daha iyi anlaşılacaktır. Bunun yanı sıra gerek ekonomik gerek ise siyasi baskılarla ülkemizin tarımına müdahale edilmekte, kısır tohumların ekimi teşvik edilmektedir. Oysa bunlardan ikinci defa ürün almanın imkanı olmadığı için ülkemizin otomatikman dışarı bağımlılığı devam etmektedir. Bu tohumun gelişmesi için atılan ithal gübre toprağın yapısını değiştirmekte ve koşullandırmaktadır. Ayrıca yine bilinçsizce veya kastlı olarak tarımı ve köylüyü destekleyen bu konuda araştırmalar yapan devlet kurumları kapatılmakta veya işlevsiz bırakılmaktadır. Ayrıca ülkemizde yerli ürünlerin ıslahı – tohum yetiştiriciliği üzerine araştırma yapacak özel kurum ve enstitüler engellenmekte önlerine problemler çıkarılmaktadır.



Şimdiye kadar anlatılanlar çerçevesinde halihazırda tarımımız ve meyveciliğimizin içinde bulunduğu mevcut durumun daha önce belirtmiş olduğum gibi büyük güçlerin ülkemizin ekonomisine ile sosyo – ekonomik ve kültürel yapısına yönelik bilinçli yapılmakta olan bir asimetrik savaşa özgü bir saldırı yöntemi olduğuna dair çok kuvvetli kanıtlar vardır.



Peki ülkemiz olarak bu küresel saldırılara karşı milli değer ve ekonomimizi nasıl koruyabilir ve bunun için ne tür tedbirler alabiliriz. Çünkü aksi halde soyso adalet kavramı zarar görecek, özellikle Anadolu’da çiftçilikle geçinen insanlarımız çok mağdur olacaktır. Bu tür bir sürecin ülkemizin içinde bulunduğu kriz ortamında daha da büyük sorunlara sebep olacağı ve hatta toplumsal bir çatışmaya götüreceği devlet yöneten siyasiler ve bürokratlar tarafından dikkate alınmalıdır.



1 - Türkiye’yi tek taraflı boyunduruğa alan (Gümrük Birliği anlaşması gibi) veya hazır olmadığımız hususlarda tarafımızdan talepler isteyen – bekleyen birlik ve örgütlerden derhal ayrılmalı, üreticiler ezdirilmemelidir.



2 - Avrupa Birliği ile yapılan müzakerelerdeki tarım başlıklı maddeler gündemde olduğu taktirde ülkemiz üreticilerinin içinde bulunduğu mevcut durum göz önünde tutulmalı, aleyhine görüldüğü durumlarda o maddeler görüşmeye dahil edilmemeli veya askıya alınmalıdır.



3 - Tarıma sekte vuracak veya o sahada faaliyet gösteren üreticilerin korumaya alınmadığı durumlarda o kalemlerin ithalatı yasaklanmalıdır.



4 - Çiftçilik ile uğraşan kesimin üretimde bulunması halinde teşvikler uygulanmalıdır. Bunlar düşük faizli olmalıdır.



5 - Üreticilerin yaşadıkları köy – belde ve ilçe bazında örgütlenmeleri teşvik edilmeli, devlet kooperatiflere her tür desteği göstermelidir.



6 - Devlet üretici ile tüketici arasındaki kesimin kar oranlarına müdahil olmalı bu sahada serbest piyasa kurallarının uygulanmasına müsaade etmemelidir. Kar marjları devlet ve kurumları tarafından tespit edilmelidir. Aksi durum kırsal alandaki üretici kısmın elindeki ürünü yok pahasına elden çıkartmasına sebep olurken ürünün ulaştığı tüketicinin fahiş fiyata satın almasına sebep olmaktadır. Bu durumda en çok kar eden kesim kabzımallar olmaktadır.



7 - Köylünün kullandığı iş makinalarının akaryakıtlar ile kullandıkları elektriğin üretim maksatlı harcandığı göz önünde tutularak köylüye – üreticiye özel kullanım bedelinin çok daha altında verilmesi sağlanmalıdır.



8 - Toprak ve Su Araştırma Enstitüsü Türkiye çapında bir analiz kampanyası başlatarak toprakların tekrar analiz edilmesi ve uygun toprağa uygun mahsulün ekimi hususunda tavsiyelerde bulunmalıdır.



9 - Tarıma ve meyveciliğe elverişli araziler titizlikle tespit edilmeli bu tür yerlerin yerine – yakınına sanayi tesisi yapılmamalıdır.



10- Türkiye mevcut tarım alanları ve ziraatle uğraşan insanları ile eskisi gibi dünya tarımı ile gıda üretiminde dünyada söz sahibi olmak istiyorsa, mutlaka başka ülkelerin kendileri veya birlikleri gibi oluşturmuş oldukları standardizasyon koşullarının benzerlerini kendi oluşturmalı ve bunları dünya tarım örgütü ile diğer ülkelere kabul ettirmelidir.



11- Toprak verimliliğini, düşürücü veya yetişen ürününün kalitesini – sıhhatini etkileyecek yapımı planlanan tesis ve projelerden vazgeçilmelidir. Sözgelimi bunlardan biri Aydın’dan İzmir’e uzanacak olan bir otoban projesidir. Bu projenin gerçekleşmesi durumunda Türkiye’nin en mümbit ovaları içinden geçecek olan bu otobanın iki tarafından yol boyunca 10 km lik iki şeridin otobanı kullanan araçlardan çıkacak kurşun dioksitten etkileneceği ve bu yüzden burada yetişecek olan ürünlerin tüketiminin sağlık açısından tehlikeli olacağı uzman bilim adamları tarafından ifade edilmektedir.



12- Devlet tarafından tohum ve meyve islahı üzerine çalışmalar yapacak enstitüler kurulmalıdır. Özel enstitülerin kurulması teşvik edilmeli gerektiğinde desteklenmelidir. Tarımda dışarı bağımlılığımıza sebep olan zirai ilaçlar, araç ve gereçler, gübrelerin ülkemizde üretilmesi için şirketler özendirilmeli, gerektiğinde devlet teşvikleri gündeme alınmalıdır.



13- Tarım için olmazsa olmaz olan suyun tespiti ve çıkarılması hususunda devletin ilgili kurumu ile yerel yönetimler kampanya başlatmalı, çiftçilerin suya daha kolay ve ucuz yolla temini sağlanmalıdır.



14- Devlet yönetiminde bulunan kesim dirayetli davranarak onlarca yıldır ertelenen ve ülkemizi insanlarını fakirlik ve yaşadıkları yerleri terk ederek şehirlere göç etmesine sebep olan ama bundan daha da önemlisi terör olaylarının ana kaynaklarından biri olan toprak adaletsizliği sorununu gidermeli, adil bir toprak reformu gerçekleştirmelidir. Böylelikle topraksız köylü kalmayacağı gibi şehre göç etmiş ve zor şartlar altında yaşayan insanlarımızda geri dönecek böylelikle üretime arzu edilen katkıyı sağlayacaklardır.



15- Bir dönem uygulanmış ve ama karşılığı alınacağı zaman okulları kapatılan köy enstitülerinin yeniden açılmalıdır. Böylelikle çiftçilik, ekimcilik bilinçli bir şekilde yapılacak aynı zamanda kırsalda yaşam alışkanlıkları reforme edilecektir.



16- Üniversitelerin ziraat ve meyvecilikle ilgili bölümlerinden mezun olan mühendis – teknik personel ziraat ile uğraşan yerleşim birimlerine aynı milli eğitim kadrosundaki öğretmenler gibi gönderilmelidir. Buradaki amaç köylünün her zaman yanında olmak ve onları bilinçli ekim hususunda bilgilendirilmesidir. Bu teknik personelin değerlendirmesi yıl sonu alınan mahsulün oran ve kalitesi üzerinden yapılabilir.



17- Kırsalda küçük köylere dağılmış olan yerleşim birimleri 1970’li yıllarda B.ECEVİT hükümeti zamanında gündeme gelen köykent projesi veya benzeri bir yapılanma ile birleştirilerek daha düzenli, yaşanılabilir, her tür hizmete daha kolay ulaşılabilir belde veya ilçelere dönüştürülebilir. Böylelikle kırsal kesimde yaşayan insanlara şehir ortamı oluşturulmuş olur.



18- Üreticilerin kooperatif ve benzeri örgütlenmeleri sağlanarak kendilerini daha iyi ifade edebilmeleri, ürünlerinin ederlerinin hakkını daha iyi tespit edebilmeleri sağlanmalıdır.



19- Mahsulün tarladan veya bahçeden çıktıktan sonra yerinde işlenmesi amaç edilmeli bu maksatla fabrika ve tesisler yerinde kurulmalıdır. Şehirlere ve limanlara nakliyesi gerekli olanlar için karayolları ve özelliklede ucuz bir nakliye vasıtası olan demiryollarının yaygınlaştırılması gerekmektedir.



20- Maddi durumu zayıf çiftçilerin, ekincilerin bulunduğu yerlerde devlet tarafından bir tarım araçları makine parkı oluşturulmalı, ihtiyaç sahibi köylünün işleri görülmelidir. Bu hizmetin bedeli ancak ekinin bedeli alındıktaktan sonra tahsil edilmelidir.



21- Kırsal kesimde yaşayan ve üretici oldukları tespit edilen vatandaşlarımız banka ve tefecilerden kurtarılmalı – onlara karşı korunmalıdır. Ziraatçilerimize hizmet etmek için kurulmuş olan bankamız daha da kuvvetlendirilmeli, üreticilere en uygun faizleri şartları gözetilerek kredi verilmelidir.



22- Türkiye geleceğini planlarken tarım ve gıda sektörünü olmaz ise olmazlarından görüp, stratejik planlamada öncelikli sıralamasında başlarda yer vermelidir.


23- Çocuklarımızın daha ilkokul çağında tarım, bitkiler ve ekoloji hususunda bilgilerilmesi için Milli Eğitim Bakanlığı okullarda yeni bir müfredat düzenlemesi yaparak bunların ders olarak okullarımızda okutulmasının zorunlu tutulması hususunda tedbirler almalıdır.



Yukarda ziraat ile uğraşan kesim için yapılması gerekenlerin ancak bir kısmı belirtilmiştir. Unutulmamalıdır ki Türkiye’yi aynı konumdaki diğer ülkeler gibi çok kötü ve zor şartlar beklenmektedir. Bu kriz koşullarında özellikle kırsalda kendini bakmakta, geçinmekte zorluk çekecek insanlarımız tek yol olarak şehre göçmek zorunda kalacaklardır. Bu durumda ise zaten daha önce ki göçler dolayısı ile sanayi kentlerindeki aşırı yığılmanın getirdiği huzursuzluğa, mevcut krizin oluşturduğu işsizlik sorununun da giderek arttığı göz önüne alındığında kentlerde güvenlik açısından çok büyük sorunların ortaya çıkacağı kesindir. Eğer yukarda belirtilen hususların en azından bir kısma dikkate alınarak bu hususta çalışmalar yapılırsa belki şehirlere daha önceden göçmüş ve yığılmaya sebep olmuş vatandaşlarımızında geriye, topraklarına dönerek üretime katkı sağlamaları mümkün olacaktır. Bu yolla aynı zamanda sosyal barışta sağlanacaktır.


H.OKAN BALCIOGLU