PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Genetik Erozyon


Mr.Muhendis
30.12.2010, 21:34
Genetik varyabilitenin sınırsız olduğu doğal plantasyonlarda bulunan biyolojik çeşitliliğin yok olması genetik erozyon olarak ifade edilebilir. 1950'lerden başlayarak genetik doğal kaynaklar hızla tahrip edilmiştir. Bu konulardan çok söz edilmekte ama gözle görülür önlem sayısı hala sınırlı kalmaktadır.

Genetik erozyon bitki ıslahçıları açısından önem taşımaktadır. Çünkü genetik erozyon ile bitki ıslahçısının kullanacağı bazı materyal kaynakları tahrip edilmektedir. Bunun tersi de geçerlidir. Bitki ıslahçısının geliştirdiği standart kültür çeşitleri varyasyona sahip ilkel çeşitlere göre daha verimli ve kalitelidir. İlkel çeşitlerin yerini zamanla kültür çeşitleri almış, böylece genetik varyabilite ıslahçı tarafından tahrip edilmiş olmaktadır. Daha geniş genetik temelin yerini kültür bitkileri ile daha dar genetik temel almaktadır. Her şeye rağmen gelişmiş tarım teknolojisinin gereksinim duyduğu yüksek verimli ve tek düze kültür çeşitlerinin bu ilkel çeşitlerin yerini alması kaçınılmazdır. Yeşil devrimle, Hindistan ve Pakistan gibi ülkelerde ilkel çeşitlerin yerini kültür çeşitleri alarak genetik erozyona neden olunmuştur. Irak, İran ve Pakistan'da bulunan eski buğday ve arpa çeşitlerinin birçoğu yerlerini yeni kültür çeşitlerine bırakmıştır. Hindistan’da 1983’te 30 bin olan çeltik türünün, eğer bu koşullar devam ederse, bu yüzyılın sonunda 50 civarında kalacağı tahmin edilmektedir. Oysa bu eski ilkel çeşitler bu yörelerin toprak ve iklim koşullarına yüzyıllarca devam eden evrim sonucu çok iyi uymuşlardır. Bunların yerine kültür bitkilerini yetiştirmekle bu adaptasyon genlerini de yok edilmiştir.

İleri tarım tekniği yöntemleri birçok kültür bitkisinin otsu formlarını da elemine etmiştir. Oysa bu otsu formlar ile kültür bitkileri arasında meydana gelen doğal melezlenmeler sonucu, hem kültür bitkilerinde hem de otsu formlarda genetik varyasyon artmaktadır. Bu otsu formların elemine olması sonucunda genetik varyasyon kaynağı kurutulmuştur.

Genetik erozyona neden olan diğer bir etken ise doğal bitki örtüsü aleyhine çiftlik ve otlatma alanlarının genişlemesidir. Bu genişleme sonucu doğal bitki örtüsü yerine kültür bitkisi ekilişleri yapılmış ya da yapay meralar kurulmuştur. Böylece genetik varyabilite tahrip edilmiştir. Yağışlı tropik bölgelerdeki yabani bitki örtüsünün tahribatı sonucunda göllenmelerin riski artmıştır. Bunun yanı sıra, orman eko sisteminin tahrip edilmesiyle, gelecekte tıp ya da ekonomik açıdan çok değerli olacak türler ve yakın akrabaları içinde bulundukları doğal denge ile birlikte yok olmaktadır. Sığırların ve keçilerin neden olduğu aşırı otlatma doğal alanlardaki tüm eko sistemleri harap etmiştir. Özellikle kurak yörelerde aşırı otlatmanın etkisi tüm vejetasyonun tamamen yok olması şeklinde sonuçlanmıştır. Aşırı tahribat doğal dengenin bozulmasına, genetik çeşitliliğin zarar görmesine ve toprak erozyonuna neden olmaktadır.

17. ve 18. yüzyılda Amerikalı misyonerler tarafından başlatılan ve günümüze kadar hızla devam eden, doğa casusluğu ile genetik kaynaklar bir başka ülkeye gönderilmekte ve ekonomik potansiyel haline gelmektedir. Biyolojik yağmanın yapıldığı ülkelerin genetik kaynaklarına ise büyük darbeler vurulmakta ve toplanan materyaller açısından varyabilite tabanı daralmaktadır. Bunun dikkat çekici bir örneği ülkemizde yaşanmaktadır. Geofit dediğimiz soğanlı ve yumrulu bitkilerin bir çoğu ülkemizin Akdeniz bölgesinde yetişmektedir. Türkiye’de doğal olarak yetişen 490 geofitten 180’i endemiktir. Bu bölgemizden tıbbi ve süs bitkisi olarak kullanılmak amacı ile her yıl yurt dışına sökülerek binlercesi kaçırılmakta ve yüksek fiyatlarla satılmaktadır. Bunların arasında Lale, Kardelen, Nergis ve Siklamen sayılabilir.


GENETİK KAYNAKLARIN VE GENETİK EROZYONUN EKOLOJİK TARIM İLE İLİŞKİSİ

Ekolojik tarım; değişik nedenlerle zarar görmüş ve görmekte olan doğayı korumak, doğadaki enerji ve besin maddeleri dengelerini bozmadan toprak verimliliğini devam ettirmek ve dengede tutmak için canlı ve çevre dostu üretim sistemleri ile kültür işlemlerini kapsar. Sentetik-kimyasal ilaç ve gübrelerin kullanımını kabul etmeyen, bunun yerine organik ve yeşil gübreleme, münavebe, bitki direncini arttırma, parazit ve predatörlerden yararlanmayı savunan, üretim miktarının artışından daha çok kaliteyi arttırmayı amaçlayan sisteme ekolojik(organik) tarım denir.

Ekolojik tarımda, zarar görmüş ve görmekte olan doğal dengeyi korumak ve yeniden oluşturmak ifadesi yer almaktadır. Doğal dengeyi korurken bitki genetik kaynaklarını da yerinde koruruz. Maalesef bitki genetik kaynakları üzerinde uzun yıllar süren politik oyunlar ile tekelci kontrol sonucunda türlerin yok olması gibi önemli bir sorunla dünyamız karşı karşıya kalmıştır. Doğal dengenin bozulmasında en önemli etkenlerden birisi de orman yangınları ve izinsiz ağaç kesimidir. Öyle ki; günde 70 bin, yılda da 10 milyon hektarlık ormanlık alan ağaçsız kalmaktadır, Dünya Gözetleme Enstitüsü verilerine göre yıllık toprak kaybı 24 milyar tona ulaşmaktadır. Ağaçsız kalan 10 milyon hektarlık alan üzerinde toprak erozyonu yanında bu alanlarda bulunan diğer türlerin yok oluşu da diğer bir tabirle genetik erozyon da gerçekleşmektedir.

Bu gibi olaylar sonucunda, ıslah çalışmalarının temelini oluşturan genetik varyabilite, türlerin yok oluşu ile daraltılmakta ve genel ıslah çalışmaları ile ekolojik tarımın amacına göre yapılacak ıslah çalışmaları büyük bir sekteye uğratılacaktır.

Günümüz tarımında, tarım ilaçları ve sentetik mineral gübrelerin yoğun bir şekilde kullanılması ve doğanın onarılmayan tahribatı sonucu; doğal dengenin bozulması, toprağın erozyona uğraması ile toprak kayıplarındaki nispi artışlar, toprakta organik madde ve humus yokluğu nedeniyle toprak mikroorganizma hayatının tahribi, ürünlere zarar veren hastalık ve zararlıların aşırı çoğalmaları ve kimyasal mücadele ile bazı faydalı ırkların kaybolması yanında çabuk yıkanan azotlu gübrelerin yer altı sularına ulaşmasıyla hayvan ve insanlarda nitrat zehirlenmelerine neden olmaktadır. Birleşmiş Milletler Çevre Programı raporuna göre dünya nüfusunun beşte birinin yaşayabileceği alan olan yeryüzünün % 35’i çölleşme ile karşı karşıyadır. Çevre kirliliğine neden olan etmenler arasında; nüfus artışı, yeni tarım alanlarının, endüstri ve yerleşim alanlarının açılması, orman yangınları, aşırı derecede ağaç kesimi, tarımsal mücadele ilaçlarının kullanılması, turizm faaliyetlerinin artması ve buna benzer olumsuzluklar bulunmaktadır. Çevre kirliliği ve onun oluşumuna yardımcı olan etmenler genetik çeşitliliği olumsuz yönde etkilemekte ve genetik erozyonun oluşumuna neden olmaktadır. Çeşitli çevresel kirlenme tiplerinin oluşması ve gelişmesi ekolojik tarımı da olumsuz şekilde etkilemektedir.

Doğal plantasyonların bozularak kültür çeşitlerinin tarımına açılması ve bu alanlarda yoğun bir şekilde tarım faaliyetlerinin olması; o alanlardaki doğal dengenin ve toprak yapısının bozulmasına, aşırı sulama ile ürünlere zarar veren hastalık ve zararlıların çoğalmalarına, biyolojik ve kimyasal mücadeleye girilmesine olanak verilecektir. Biyolojik ve kimyasal mücadele sonucu, bu alanlarda ve etrafında bulunan bazı faydalı primitif formlar, yabani ot ve otsu formundaki bitkilerin yok olmasına ve genetik erozyonun oluşumuna neden olunacaktır. Kültür bitkisinin yoğun bir şekilde bulunduğu bir alanda diğer formlara baskın olacağı ve onların yaşama alanlarını daraltacağı, bunun sonucu olarak da, doğal dengenin kültür formları lehine bozulacağı bilinmelidir.

Ekolojik tarım sistemi; sentetik gübre, hastalık ve zararlılar için kullanılan tarım ilaçlarını azaltmak hatta tamamen kaldırmayı öngörür. Bunun için de bitki direncini arttırma, parazit ve predatörlerden yararlanma amaçlanır. Günümüzde ise tohum endüstrisinin izlediği strateji, tohumların satışını mümkün olduğunca petro kimya ürünlerinin satışı ile birlikte gerçekleştirmektir.

Uzun yıllar petro kimya endüstrisi gıda sektörü üzerindeki anahtar rolünü bu şekilde oynamış ve son yıllarda bu endüstri bitki genetik mühendisliği alanında yatırım yapmaya başlamıştır. Yatırımlar ile birlikte gen teknolojisindeki bazı gelişmelerin sonucu çiftçiler bu endüstriye bağımlı kılınmıştır. Bunun bariz örneği; uluslar arası bir firma tarafından üretilen ‘’totalgift’’ olarak adlandırılan kimyasalların, özel olarak üretilmiş melez tohumlar (transgenik) dışında bütün yabani otlar ve bitkileri öldürmesidir. Bu da çiftçileri daha önceki yıllarda ürünleri yetiştirirken katlandıkları bir çok zahmetten kurtarmıştır. Bu gelişme ile birlikte çiftçilere düşen, ürünlerine adı geçen kimyasaldan uygulamak ve aynı şirket tarafından üretilen tohumları satın almak kalıyor.

Hastalık ve zararlılara karşı bitki direncini arttırma bitki ıslahçılarının çalıştığı en önemli konulardan birisidir. Kültür bitkilerinde genetik teklikten dolayı stres faktörlerine ve hastalıklara karşı dayanıklılık ile ilgili genetik temel daraltılmıştır. Dolayısıyla bu konudaki ıslah çalışmalarının devamı için baskı ve hastalıklara karşı genetik bazın zengin olduğu doğal plantasyonların tahrip edilmemesi ve bu alanlarda bulanan primitif formlar ile geçiş formlarının korunması gerekmektedir. Bu tahribatın devam etmesi ve bu formların korunamaması sonucunda; hastalık, zararlılara ve baskı faktörlerine karşı dirençli bitkileri ıslah yolu ile elde etmemiz mümkün olmayacak ve baskı faktörlerine karşı mücadele sentetik-kimyasal ilaç ve gübrelerin artarak kullanılması ile giderilmeye çalışılacaktır. Sentetik girdilerle yapılan bir tarım ile ekolojik tarımın amacı bağdaşmayacaktır.

Organik ürünler; yüksek besin değerlerini korumak için, yapay koruyucular, renklendiriciler ve diğer katkı maddeleri ile, radyasyon ya da sentetik tarım ilaçları kullanılmadan üretilir, paketlenir, nakliye edilir ve depolanırlar. Ekolojik tarım, sadece tarım ilaçlarının kullanımını önleyen değil, üretim alanlarını koruyan, biyolojik dengeyi sağlayan, doğal dengeyi zehirli sentetik kimyasallar ile sağlamayı düşünmeyen, tarımsal üretimde verim artışını değil bütünüyle kaliteyi amaçlayan bir tarımsal sistemdir.

Birçok bitkide kullanma amacına göre değişen kalite kriterleri doğrultusunda ıslah çalışmaları yapılmaktadır. Diğer ıslah yöntemleri gibi kalite ıslahında da genetik çeşitlilik önem arz etmektedir. Kalite karakterleri bakımından varyasyon göstermeyen bir türde genetik çalışma olanağı da yoktur. Bu amaca uygun, genetik çeşitlilik baz alınarak genetik kaynaklar ıslahçı tarafından aranmakta ve kaynakların bulunması ile ıslah çalışmalarında başarı sağlanmaktadır.

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), 12 uluslar arası tohum bankasının kontrolünü eline alarak, tüm araştırıcıların bu koleksiyonlara ulaşabilmelerini kontrol altına almıştır. Bu tohum bankaları 1950’lerde kurulmuş olan bir uluslar arası tarımsal araştırma merkezleri sisteminin bir parçasını oluşturmaktadırlar. Bitki ıslahçıları, bankalarda bulunan ve dünyanın değişik yerlerinden toplanmış olan materyali, verimi daha yüksek, kuraklığa ve hastalıklara karşı daha dayanıklı yeni varyeteleri oluşturmak üzere kullanmaktadırlar. Şu anda kullanım hakkı ücretsizdir. Avustralya bu bankalardaki tahıl varyetelerini kullanarak üretimi arttırmak yolu ile 1974’den beri 2.2 milyar dolar kazanmıştır. İtalya ise bu bankalardan aldığı makarnalık buğdayın makarna üretimine 300 milyon dolar kazandırdığını açıklamaktadır. Ayrıca ABD’nin 1 milyar dolarlık pirinç üretiminin beşte biri bu merkezlerden sağlanan çeltik varyeteleri sayesinde olmuştur. Bu büyük paraların çok azı, varyetelerin alınmış olduğu ülkelere ve laboratuvarlara verilmektedir. 1993 yılında Dünya Bankası bu tohum bankalarının kontrolünü ele geçirmek istemiş, aldığı tepkiler sonucu vazgeçmek zorunda kalmıştır. Eğer bu gerçekleşmiş olsaydı, tohum bankaları birkaç zengin ülkenin kontrolüne girecek ve üyeler katkıları ölçüsünde bu merkezleri yönlendireceklerdi.

Gelecek yıllarda ülkemiz ve diğer gelişmekte olan ülkelerin önüne tekelci düşüncelerin ortaya koyduğu patent hakkı olayı çok büyük sorun olarak önümüze çıkacaktır. Patent hakkı olayı ile gen hırsızlığı yapıldığı aşağıda verilen örneklemelerden de anlaşılmaktadır.

ABD’nin dev tohum şirketi W.R. Grace’e bağlı bulunan Agracetus adlı şirketin 1992 yılında aldığı patent ile genetik yapısı değiştirilmiş tüm pamuk bitkilerinin kullanım hakkı şirkete bırakılmaktadır. Şirket, bitkinin içine yabancı genleri sokmak için Agrobacterium tumefaciens adlı bakteriyi kullanmıştır. Bu yöntem genetik mühendislikte standart olarak kullanılan bir tekniktir. Buna karşın, patent, kullanılan yöntem ne olursa olsun, genetik yapısı değiştirilmiş tüm pamuk bitkilerini kapsamaktadır. Aynı şirket 1993 yılında da yine kullanılan yönteme bakmaksızın Avrupa’daki tüm transgenik soya fasulyelerinin kullanım hakkını da almıştır. ABD içinde benzer bir patent almak üzere başvuru yapmıştır. Patentlerin bu kadar geniş kapsamlı olması, yoksul ülkelerin ve küçük şirketlerin tarımsal üretimi arttırmak amacıyla genetik mühendisliği uygulamalarını engelleyecek bir gelişmedir.

Wisconsin Üniversitesi araştırıcıları, Pentadiplandra brazzena adlı bitkinin meyvelerinden elde ettikleri bir protein için iki patent almışlardır. Brazzein adını verdikleri protein, şekerden 2000 defa daha tatlı ve şeker dışındaki diğer tatlandırıcılardan farkı ise ısıtıldığında tadını kaybetmemesidir. Gabon’da yetişen bitki yeni bulunmuş değildir. Tatlandırıcılık özelliği herkes tarafından bilinmektedir. Wisconsin Üniversitesi bu yeni tatlandırıcının geliştirilmesinde Gabon’un rolünü kabul etmemektedir. ABD’li araştırmacılar, brazzeini kodlayan DNA diziliminin çıkartılmasından sonra, çalışmalarını ileri teknoloji laboratuvarında bu proteini üretecek transgenik organizmalar oluşturulmasına yönelttiler. Bunun gerçekleştirilmesinden sonra Batı Afrika’dan toplanmış ya da burada yetiştirilmiş meyvelerin satın alınmasına da gerek kalmayacaktır. Wisconsin Üniversitesi’nin vereceği lisansla ABD’nin yıllık 100 milyar dolarlık tatlandırıcı pazarına girecek şirketlerin karlarından Gabon’un hissesi olmayacaktır.


SONUÇ

Genetik mühendislik uygulamalarına yönelmiş firmalar; gelecekte genetik mühendisliğini açlık, çevre kirlenmesi gibi sorunları çözebilecek en iyi yöntem olarak göstermekte ve dünyamızda gıda üretimi ile nüfus artışı arasındaki açığın, açlığın asıl nedeni olduğunu ifade etmektedirler. Yine bu firmalar; genetik mühendislik uygulamalarının, çevre kirlenmesi ile ilgili sorunları çözebilecek bilimsel yenilikler olduğunu iddia etmektedirler.

Bu düşünceler, büyük firmaların karlarını arttırma yönünde ortaya attıkları iddialardır. Halbuki nüfus yoğunluğu yüksek aç ülkeler olduğu gibi nüfus yoğunluğu düşük ancak yine aç olan ülkelerde vardır. Açlığın asıl nedeni; yoksulluk, eğitimsizlik, gıdaya ulaşmadaki zorluk ve gıdayı üretebilecek olanakların olmamasıdır.

Sorunlar, insanların üretim yaparken doğaya saygılı, duyarlı, programlı, gelecek kuşakları düşünen yaklaşımlara ve ekolojik tarım uygulamalarına yönelmeleri ile çözülecektir. Ekolojik tarımın üretim sürecinde, insan ve çevre sağlığı bakımından zararlı etkileri olmayan doğal girdiler kullanılmaktadır. Bu süreçte ilerlemenin sağlanabilmesi için bu amaca uygun ıslah çalışmalarının yapılarak yeni çeşitlerin geliştirilmesi ve doğal bitki örtüsünün erozyona uğratılmadan geleceğe aktarılması sağlanmalıdır.